YEREL SİPARİŞ AĞI İÇİN TIKLAYIN #EVDEKAL
Mutlaka İzlemeniz Gereken 5 Siyah Beyaz Film Önceki Karanlık Ülkenin Aydınlık... Sonraki Eve Çıkacak Üniversite...

Siyah-beyaz filmler çoğumuza eski zamanları çağrıştırsa da bazı yönetmenler ve yapımcılar halen siyah-beyaz film çekmeyi tercih edebiliyor. Hem sinemanın dili hem de olanaklar günden güne değişiyor. Değişmeyen tek şey ise izlediğiniz filmden aldığınız keyif. Aradan geçen onca yıla rağmen etkisinden bir şey yitirmeyen bu filmleri  Birdombaylininfilmarsivi‘nin kaleminden okuyabilirsiniz.

siyah-beyaz-filmler

FRANCES HA

Hayat sona eriyor ve tam da orada fark edilmeden herkesin önünde duran gizemli bir dünya oluşuyor ama kimse bunu fark etmiyor.”

Yirmili yaşların sonları, adeta bir psikolojik sınır. Öncesindeki dönemde neler yaşanacağı aşağı yukarı belli. Keşfetmek tabii ki o dönemin parçası, ama üniversite yıllarında ayakların tökezleyip, düştükten sonra kalkmak çok daha kolay. Sonrasıysa bir belirsizlik. 2 ay sonra nerede olacağını görememek, sorunları çözememek. Frances Halladay, 27 yaşında bir dansçı. Üniversiteyi bitirdikten sonra boşluğa düşenlerden. Bu boşlukta panik yapmaktansa, kendine özgü yöntemlerle ayakta kalmaya çalışıyor. Rahat ve rutin bir hayat için önündeki en büyük engel belki de kendisi. Çocuksu istekleri onu farklı yönlere savuruyor. Esasında çözüm ona sunulmasına rağmen deli doluluğu o yolda yürümesine imkan tanımıyor. Frances’ten sonra filmin en önemli ikonu New York. Yaşaması zor bir şehir. Burada ayakta kalmak oldukça güç. Sanki filmin kötü adamı gibi, Frances’i oradan oraya sürüklüyor. Şehrin frekansını yakaladığında onunla da geçinmek mümkün. Frances o frekansı bulana kadar zorlanıyor elbette. Ama sonrasında su akıp, buluyor yolunu. Frances Ha’nın gölgesini kaybetmesi ve gölgenin kendisine dönüşmesinin hikayesini izliyoruz tüm film boyunca. Buram buram Fransız Yeni Dalgası kokan, oyunculuklarından, yönetimine, sinematografisin den, senaryosuna kadar tam puanı hak eden bir film. Yalnız, sempatik ve çaresiz karakterler, film ve seyirci arasında oldukça kuvvetli bir bağ oluşturuyorlar; takdir, imrenme ve empati el ele verip karakteri unutulmazlar arasına sokuyor. Frances ha, karakterinin  tuhaflıklardan da beslenerek daha da güçlenen sempatikliği, akıcı ve gerçekçi diyalogların hemen hemen her sahnede kendi içinde oluşturduğu dönüşler ile sahneleri birbirlerine boşluksuz bağlamaları ve karakterin siyah beyaz Amerika sokaklarıyla birleşerek ister istemez verdiği o tanıdık Woody Allen hissiyatıyla harika bir dünya oluşturuyor. Greta Gerwig, Frances ha ile bütünleşerek, oyunculuk bağlamında neredeyse yeni bir güzellik tanımı yapıyor.

 

otto-mezzo-siyah-beyaz-film

8½  OTTO E MEZZO

” Her şeyi ardında bırakıp hayata baştan başlayabilir miydin? elinde onu sonsuz kılacak bir güç olsa bir şeyi seçip tek bir şeyi seçip ona bağlı kalır mıydın? Ya da her şeyi barındıran, her şey olabilecek bir şeyi varoluş nedenin yapabilir miydin? ”

Bir yönetmenin film yapım aşamasında yaşadığı buhranları anlatan filmi. Baş karakter kariyerinin zirvesinde film yaratma kabiliyetini kaybettiğini düşünür. Bu buhran sırasında bilinçsizce bilinçaltına ve geçmişine yolculuklara çıkar. Bu yolculuklarda onu yalnız bırakmayan tek şey ise vicdanıdır. Yanında gezinen eleştirmen bu vicdanın ta kendisidir. Guido kendi bilinçaltına vicdanıyla yürümekten çekinmez, yönetmenlik mesleğinden önce bir erkek olarak kendi bilinçaltını deşifre eder. Kadınlar arasında türlü türlü yaramazlıklarla geçen çocukluk yılları, katolik eğitimi aldığı yıllar, kadınlara ilgi duymaya başladığını anladığı Saragghina deneyimi hep bu erkek çocuğu Guido’nun bilinçaltı ve geçmişidir. Kadınlar arasında yetiştirildiği için kadınlara karşı çekingenliği yıllarca sürmüştür. Hiç tanımadığı tanışmaktan da çekindiği ama etkilendiği tüm kadınları küfeyle zihninin dehlizlerine taşımıştır Guido. İyi de yapmıştır kendince. Bedenen sahip olamasa da zihninde sahip olmayı bilmiştir. Tüm bu sanrılar ve bilincinin dehlizleri yaratma krizine girdiği zaman özellikle çıkmıştır. Esas hikaye senin içinde senin geçmişinde yatıyor düsturu ona yine ilahi bir ilhamla gelivermiştir. O yüzdendir ki bu ilhama karşı çıkış Guido’ya göre kibir dolu Entellüktüel Dünya insanın marifetidir ve o bu yüzden eleştirmenin kendisini sinirle dinlemektedir. Guido daha zihninde oluşturamadığı filmi bir türlü anlatamadığını insanlara belli edemeyen bir yabani görünümü almaktadır film boyunca. Ne ilginçtir ki bu yabaniliği çevresi kibir ve küstahlık olarak nitelendirmekte, Guido’ya anne şefkati ile yaklaşmadıkları için Guido’yu sinirlendirmektedirler.

siyah-beyaz-filmler

DET SJUNDE INSEGLET

” Bu benim elim. Hareket ettirebiliyorum. Kanım damarlarımda akıyor. Güneş tepemizde parlıyor. Ve ben, Antonius Block. Ölüm’le satranç oynuyorum!”

İnanç sistemi üzerine yapılmış en iyi filmlerden bir tanesi. İnancın tam şeklini yani tanrının yolunu ya da tanrının var olmadığını değil onu arayan bir yol sergilenmiş. Yani böyle bir şey var mı, varsa biz neden böyle bir veba içindeyiz sorusunu soruyor film. Felsefik alt temalı olduğu zaten gözler önünde. Belki de tanrıyı sorgulamanın ilk yolu aslında yalnız kalmaktan geçiyordur. Çünkü şövalye yalnız kalmanın ve vebanın verdiği acıyla o yolu arıyor. Tutunacak bir şeyi olmayan bir kişi ise inanç yolunu aramaya başlıyor. Ölüm ile olan epik sahnelerde çok iyi düzeyde açıkçası. Çünkü satranç oynamaları zaman kazanmaktan ziyade her şeyin, bir hamle oyunu olduğunu gözler önüne seriyor. Bu yolu seçen şövalye yavaş yavaş dost edinmeye başlıyor, bir şeylerin daha farkına varıyor. Özellikle son sahneleri enfestir, ölümle dansın ne demek olduğunu gösterir. Hiçliğin olduğu yerde tanrı vardır lafının aynasıdır aynı zamanda yapım, hiçliğe düşeceğinizi bile bile ölmenin amacı ne? neden her canlı ölümü tadıyor, ölümün amacı nedir üzerimizde? İnançlısınız ya da değilsiniz hiç fark etmez ancak her şeyi ‘sorgulayan’ ve ‘sorgulatan’ bir film yapmış İngmar Bergman. Yönetmenin en önemli filmlerinden biri olan yedinci mühür sanatçının 56 yılı mahsullerinden ve varoluşçu sinemanın en değerli adımlarından biridir. Yönetmenin üçüncü dönem eserleri arasında gösterilen yapım hayata gözlerini bir rahibin oğlu olarak açan ve çocukluk depreşimlerini ve inanç sorgulamalarını elle tutulur cisimlere büründürebildiği izlenmeye değer, kafa yoran yapımlarının başında gelir. Ölüme canlı kanlı bir beden bahşeden yönetmen, savaşın içinden gelen ve ölümü çok iyi tanıdığını iddia eden bir şövalyeyi ona rakip olarak tanıtır bize. Hayat aslında bir strateji oyunudur ve iki katil bu oyunda karşı karşıyadır. öldürmek isteyen ve bazı sorularına cevap alamadan ölmek istemeyen olarak.

siyah-beyaz-filmler

LADRI DI BICICLETTE

“Bir düşün, eğer bisikletim olsaydı ne kadar kazanacaktım. Yeniden güzel yaşayabilecektik. Hesapladım. Sana göstereceğim. İlk önce aylık 12000. Hepsini buraya yaz. 12000, 2000 fazla mesai için artı aile için ödeme, o da günde 800. 30 kere 800 ne yapar? Hepsini buraya ekle. Kim daha fazla ister? Ve bütün bunları bir günün sonunda kayıp mı edeceğim? Kaybetmek istemiyorum. Neden bisikleti bulmamız gerektiğini anladın mı? Aksi halde yiyemeyiz.”

Film; aciziyetin, suçluluk duygusunun ve de bu doğal seyir içerisinde insanın giderek iyi duygusundan hangi aşamalardan sonra kötüye dönebileceği, umudun umutsuzluk ekseninde ne derece kendine bir pay aldığı, bir içsel yıkılışın insan merkezli perspektifinden bir dram anlatısı. Siyah beyaz filmdeki o masumane yüzler, 2. Dünya Savaşı sonrası İtalya ve Avrupai mantalitenin yer aldığı bisiklet hırsızlarında Antonio Ricci ve küçük oğlu Bruno ile bir arayış, bir yitirilişi geri kazanma duygusu yatıyor. Yeni gerçekçiliğin basit konuları ele aldığını ve sokağa taşan kamera açılarıyla ve de düşük bütçeli yapımlarını düşündüğümüzde filmin dönemin o şartlarına rağmen yıllar sonra da raflarda yerini alabilmesi de yönetmenin başarısını ortaya koymaktadır. Kahramanın afişçilikten para kazanması için zorlukla aldığı o bisiklet, filmin görünmeyenin ötesindeki gerçeklik. O bisiklet Ricci ve ailesi için bir umudun yolu, yoksulluğun insan suretinde oluşturduğu o burukluğu giderebilecek tek araç, tek yol, tek kapı.

 

siyah-beyaz-filmler

FREAKS

Kendilerine özgü bir raconları var. Birini gücendirirseniz hepsini gücendirmiş olursunuz.”

Sinemada korku öğesi, çoğunlukla popüler kültürün ayrılmaz bir parçası olmuştur. sinemada korku türü sessiz sinemanın ilk örneklerinde görülmektedir. Frankenstein ve Nosferatu gibi ilk korku türleri günümüz korku sinemasının temellerini atmıştır. İzleyicilerde ki korkma isteğinin farkında olan yapımcılar giderek daha fazla korku temalı yapımlar sunmuşlardır. 32 yapımı olan Freaks, çekildiği dönemde büyük sansasyon yarattı. Aslen korku türüne dahil edemeyeceğimiz yapım stüdyo tarafında korku filmi olarak lanse edilmiştir. Yönetmenin bu kült filmi yaklaşık 30 sene boyunca yasaklanacak ancak bu süre sonunda film hak ettiği yeri bulacaktır. Freaks, dönemi için hayli sansasyonel bir yapım. Oyuncuların çoğunluğunu doğuştan bedensel veya zihinsel engelli olan insanlar oluşturur. Bu, o dönemde filmi izleyenlere korkutucu gelmiş ve salonu terk etmelerine sebep olmuştur. İzleyicileri, fiziksel olarak engelli olan gerçek karakterleri görmek dehşete düşürmüştür. Film, Madam Tetralini’nin gezici sirkinde önemsiz gösterilerden birisini düzenleyen Hans adlı cücenin hikayesi etrafında “makyajları tanrı tarafından” yapılmış olan ucubelerin yaşamını kimi zaman keskin ve çoklukla da inadına duygusal bir dille anlatmaktadır. Freaks Hollywood sinemasının klasik bir senaryo üzerine kurduğu “kadınlarımızı çalan canavarların” fink attığı korku ve bilim kurgu filmlerinin revaçta olduğu bir dönemde çekildi. uzaydan gelen, dünyanın derinliklerinden çıkan ya da komünist bir dünyanın ürünü olan çeşitli yaratıkların Amerikan rüyasını durmaksızın tehdit ettiği bir dönemde, Freaks‘ı da benzer bir senaryo çizgisinde ele alabiliriz ancak, bunun çok ötelerine kadar giden ve biraz da bu klasik yapıyı eleştiren bir yapım olarak.

Yorum Ekle

E-posta adresiniz 3. kişilerle paylaşılmayacaktır. Doldurulması zorunlu alanlar * ile işaretlenmiştir.